8 Kasım 2014 Cumartesi

Interstellar'ı İzlemiş Olmak...

Hayatın herhangi bir alanında zirveyi gördüğünde "Artık huzur içinde ölebilirim." dediğin anlar vardır ya hani, "Interstellar'ı izlemiş olmak" da o anlardan biriydi benim için. "Daha ötesi nasıl yapılabilir, Nolan daha ne kadar üzerine koyabilir?" gibi klişe cümleler de, yaşadığım süre boyunca kafamın bir köşesinde cevap bekleyen masum birer sorudan ibaret olacak yalnızca.



7 Kasım 2011 Pazartesi

Behzat Ç. Seni Tribünde Gördüm




Birkaç saat önce, Beşiktaş'ım 2-0'dan sonra 4 gol yiyerek vermiş maçı Gençlerbirliği'ne... "Beşiktaş Kanseri"ni tamamen yenmek mümkün olmadığından, en azından bünyedeki etkisini azaltmak için maçı izlemedim, özetlerine bakayım dedim. 

Ekranda maçın özeti akıyor, Gençlerbirliği 2. golü attıktan sonra kamera tribünlere dönüyor, baktım bir köşesinde amirim (Behzat Ç.) çılgınlar gibi seviniyor, maça gitmiş. Yanında Harun, Hayalet, Akbaba... Orada bile dövüyor Harun'u... O görüntüyü gördüm, skoru unuttum, üzülemedim bile...

Ve o görüntünün üstüne spiker ekliyor: "Evet, Behzat Ç. de tribünde maçı takip ediyor."

"Erdal Beşikçioğlu" demiyor, "Behzat Ç." diyor. Belli ki o da fanatiği dizinin... Çünkü gönüllerde bu derece yer etmiş bir karakter "Behzat Ç.". Amirim işte ulan, ötesi var mı?

Çok özletti kendini, başlasın artık be...

30 Ekim 2011 Pazar

Murphy Amca vs. Cashkulle

Murphy Kanunları'nın müdavimlerinden ben, bu konuda beni hiç yalnız bırakmayan bir arkadaşımla büyük üstat Christopher Nolan'ın uzun süredir beklediğimiz filmi Inception'a gitmek üzere sözleşmiştik ve ben filme gideceğimiz gün -hayatımda ilk kez- işyerine giderken telefonu yanıma almayı unutmuştum. Bunu farkettiğim sırada ev ile işyeri arası mesafenin tam ortasında bulunduğumdan dolayı -illaki- geri dönmek hiç içime sinmedi. Filme işyerinden çıkıp gidecektim ve telefonuma o gün için ulaşma imkanım yoktu. En iyi çözüm, iş çıkışına yakın bir zaman kala arkadaşla MSN'den haberleşip sinemaya en yakın durakta buluşarak gitmekti artık. Nitekim öyle de oldu. Durağa erken gelen bendim. "Ulan telefonsuzluk ne kötü şeymiş harbiden." diye sıkıntılar eşliğinde düşünürken 15 dakika geçmişti. Bir müddet sonra, duran her otobüsün kapısına “Sinan Çetin ve Film Gibi” programının kapısı gözüyle bakıyor, arkadaşın artık bir kapıda gözükmesini umuyordum. Filmin başlamasına yaklaşık 45 dakika kala, nihayet o kapı açıldı ve arkadaşım alana indi. Herkesin büyük bir merakla beklediği Inception'a, çıktığı ilk gün gidecektik fakat daha biletleri bile almamıştık.


Hızlı adımlarla mekana doğru ilerlerken, neredeyse 2 yıldır görmediğim eniştemin aniden yolumuzda belirmesi ise Murphy Amca'nın önümüze sunduğu ikinci engeldi. Eniştem her karşılaşmamızda yaptığı el şakalarından birini yapıp "Ee nasılsınız bakalım gençler, ulan hayırsız, askere gidip gelmişsin, insan bi uğramaz mı eniştesine?" diye hesap sorduğunda "Enişte valla gelecektim de hiç vaktim olmadı." diyerek verilebilecek en kestirme cevabı verdim. "Nereye gidiyorsunuz bakiim?" şeklinde yönelttiği vaktimizden çalmaya yönelik gereksiz sorudan sonra ise bu adamın, eniştemin kılığına bürünmüş Murphy Amca olduğundan şüphelendim ve bir an önce bu çilenin bitmesini umarak "Sinemaya gidiyoruz işte, yeni bi film gelmiş de…" dedim. Sinema bilgisi VHS zamanında izlediği erotik filmlerden ibaret olan eniştem, nihayet o can alıcı soruyu bana sordu: "Kimin filmi?". Christopher Nolan'ı tanımadığından adım gibi emin olduğum için, yüzümü gideceğimiz yöne çevirip "Leonardo'nun (DiCaprio) son filmi." dedim. "Hmm, Leonardo da Vinci he. İyiymiş hadi bakalım. Arada uğra bana da hayırsız, ehi ehi…" dedi ve her zamanki el şakalarından birini daha yaparak bizden ayrıldı. Aralarında 500 yıl oynayan bu iki adaşı aynı potada eritmeyi başarmış, film öncesi boşalttığım zihnimi yine allak bullak etmişti. Kendisiyle bayrama kadar bir daha karşı karşıya gelmemeyi umut ederek arkadaşımla birlikte oradan uzaklaştım.

Kendimizi toparladıktan sonra adımlarımızı sıklaştırıp gişenin önüne geldiğimizde ise önümdeki hatunun görevliye şifre tarzı rakamlar söylediğini işittim. Turkcell’in yaz aylarında sinema kampanyasına ara verdiğini bildiğimden, hemen arkadan kafayı uzatıp "Gnçtrkcll kampanyası devam ediyor mu hala?" diye sorduğumda, aldığım "Evet" yanıtı hafiften koymuştu bana. "Ben telefonu evde unuttum ya, kesin bugün yeniden başlamıştır." diye içimden geçirdim. Sıra bana geldiğinde yerimizi ayırtıp görevliye biraz beklemesini söyledim. Arkadaşım -tabii ki- Avea kullanıyordu ve umutsuz gözlerle bana bakıyordu. "Ver bari evi arayım da, kardeşim benim telefondan şifreyi alıp yollar bize." diyerek telefonunu aldım. Yapacağımız işlem basit olduğundan uğraşmamıza değerdi. Ne var ki, evi aradığımda hiç istemediğim tonda bir ses belirli aralıklarla kulağıma çalındı. Evet, "kontör yok" sesiydi bu. O an Murphy Amca'nın eniştemin içinden çıkıp lobide bir yerden bize kıs kıs güldüğünü hissettim. Arkadaşım, "Alalım ya, yine olmayacak abi." dedi son derece vurgusuz bir ses tonuyla. Ve bunu o kadar nötr bi ruh haliyle söyledi ki, geçmiş olayların etkisiyle bu yasaya çoktan boyun eğmişliğimiz gün gibi açığa çıktı o sıra. Biletleri çaresiz iki misli fiyata aldık.

Ama olay bununla da sınırlı kalmadı tabii. Biletleri alıp arkamızı dönmemizden yaklaşık 7 saniye sonra, MSN'den neredeyse her gün görüştüğüm, ama nedense o gün film hakkında hiç konuşmadığım kuzenim, yanında arkadaşıyla giriş kapısında belirdi. Kafalarının üzerindeki, o an hayal mi gerçek mi ayırt edemediğim uzun sarı kulaklarıyla gözüme çok farklı gözüken bu iki gence yaklaştım. Haberleşmeden aynı seansa gelmemizin hafif şaşkınlığı ve selamlaşma faslından sonra kuzene dönüp "Gnçtrkcll kampanyası devam ediyormuş, telefonu evde unuttum ben, arkadaşta da kontör yok, çaresiz aldık biletleri." dedim. "Hala devam ediyor demek he, ben de daha yeni kontör yüklettim, gerçi arkadaşta da şifre vardı, biz öyle alalım bari." dedi sevinçle. "Biz L sırası 9-10'u aldık, siz de 7-8'i alın, birlikte izleyelim bari." diyerek cümle sonunda kullandığı kuvvetli "bari"sine, cılız "bari"mle karşılık verip onları gişeye uğurladım. 

Kalan kısa sürede arkadaşımla atıştırmak için büfeye doğru ilerlerken ben başımı öne eğmiş, Murphy Amca'nın sıradaki planının nasıl olabileceğini kafamda kuruyor, sinemada tam önümüze oturacak 2 metre boylarında, kaya kafalı iki kardeşi düşünmeye başlıyordum.

2 Ekim 2011 Pazar

Kare As'ın Yeşilçam Filmlerindeki Yeri

Efendim, şimdi başlığı böyle koydum diye aklınıza hemen Türkan Şoray - Filiz Akın - Hülya Koçyiğit - Fatma Girik dörtlüsü gelmesin. Onların yeri Yeşilçam'da hep ayrıdır zaten de, ben şu pokerdeki Kare As'tan bahsediyorum.

Zibilyon tane Yeşilçam filminde görmüş olduğumuz üzere poker sahnelerinin vazgeçilmez kazanma repliğidir: "Kare As". Çoğu zaman hile hurda yolu ile oluşturulmuş olsalar da (ki en baba örneği, Kartal Tibet - Kadir İnanır ikilisinin “Bitirim Kardeşler” filminde Oscar'lık performans sergilediği poker sahnesi) asla Flush Royale tarafından geçildiğine tanık olmamışızdır. Artık söylenişinin zorluğundan dolayı mıdır nedir, senaristlerimiz o dönem yabancıydı Flush Royale'e. Nasıl olmasınlar, adı üstünde: "Flush Royale". Oysa “Kare As” daha bizden, daha cana yakın değil mi?

Genelde Kare As'ı elinde tutan abimiz, elin sonunda böyle yüzünde pis bir sırıtışla kartları masaya koyar, tepeden çeken kamera tüm As'ları net bir biçimde gösterene kadar parmaklarını kartların üzerinde gezdirerek kazanmanın zevkini çıkarırdı. (Kare As'ın sadece bir kez "Korkusuz Korkak"taki Bombacı Mülayim tarafından "5 As" ile geçilmişliği vardır ki, pokerde çığır açan bu olay, yine de onun bir "winner" olduğu gerçeğini değiştirmez.)

Yani kısacası "Kare As", filmlerde oyuncunun karizmayı tavana vurduran bir eldir abi. Siz hiç “Döper” ile potu kazanan bir Yeşilçam artisti gördünüz mü?

1 Ekim 2011 Cumartesi

Çıq Dışarı!

Eğitim-Öğretim'de 2004/2005 Sezonunun sonlarına doğru, yine bir "Akışkanlar Mekaniği" dersi öncesi bizim ekip, sınıfın pencere tarafındaki arka sıralarına konuşlanmış muhabbet ediyoruz. Yanımda oturan Erdal, bir mikrofon gibi kullandığı Rotring'iyle, "Evet sayın seyirciler... Burası Madison Square Garden... Ve şu an burada mük-kemmel bir atmosfer var..." diyerek, önümde dijital fotoğraf makinesiyle video çekimi yapan Ozan'a sunum yapıyor. Çünkü bugün farklı bir gün. Kocaeli Üniversitesi'nde okuyanlar bilir; dersi veren, "teorilerle anlatım" konusunda Lost fanatiklerinin bile rahatlıkla eline verebilecek kapasiteye sahip Aydın Şalcı olunca, yaklaşan finaller öncesi herkes atmış kendini sınıfa. Hocanın "Buralardan sorarım, şu konudan şu kadar soru gelir" demesinden medet umuyoruz. Sıralara ulaşmaya çalışırken kullandığımız boşluklar (Madison'daki merdiven aralarına tekabül ediyor.) bile kolçaklı sandalyeler ile dolmuş, 50 kişilik sınıfta dersi alttan alanlarla birlikte yaklaşık 90 kişi, hocanın gelmesini bekliyoruz.

Derken kapı açılıyor ve herkes Aydın Hoca'yı beklerken içeriye onun asistanı Münir giriyor. O Münir ki, yardımcı doçent olmak için gecesini gündüzüne katan, Aydın Hoca'sının dizinin dibinden ayrılmayan, bir dediğini iki etmeyen, kendi halinde çalışkan bir insan.

Neyse efendim, ders vakti geliyor, Münir başlıyor o çözemediğim aksanıyla (Arap aksanı diyeceğim, ama tam değil böyle.) dersi anlatmaya… (Anlatım tarzı Aydın Hoca gibi değil ama kesinlikle, araya yine bir-iki rakam serpiştiriyor mutlaka, anlamak için sarfettiğimiz çabayı azaltıyor en azından adam. Aydın Hoca ders anlatırken rakama ihtiyaç duymaz, teoride anladın anladın, örnek soru da neymiş? a,b,c,x,y,z. Bitti gitti. O Lost’taki Daniel Faraday'ın defteri var ya, bok yemiş Aydın Hoca’nın defterinin yanında.) Sonra artık can sıkıntısının tavana vurduğu bir esnada önümdeki defteri, boş bir yerine "Münür müdür müdür?" yazarak yanımdaki Erdal'a uzatıyorum. Suratımız gülümseme ile gülme arası bir hal aldığı vakit burnumuzdan çıkan 2 adet "snıf" sesi, tüm sınıfın sesten kesildiği bir anda dikkatleri üzerimize çekerek Münir ile göz göze gelmemizi sağlıyor. Hocanın monoloğu kısa ve net:

- Oğlum, siz ikiniz çıqın dışarı!

Diyaloğa çevirmiyoruz bu sözü. Hocamızın dediğini uygulamak üzere sınıftan çıkmaya çalışırken tek zorlandığımız sahne, Madison'ın dolan merdiven aralarından götün götün ilerleyerek geçmek oluyor. Çıkarken de hafif bir selam çakıyoruz Münir’e…

Üniversite dönemi boyunca İzmit'te ikamet eden Erdal'ın ders sonrası olayı, dışarıda yaktığı Bond sigarasını içerken cebinden çıkardığı 7 adet bozuk paranın tam minibüs parasına denk gelmesine binaen, "Hadi müdür ben kaçtım, akşam MSN'de görüşürüz." demesiyle son buluyor.

Vinsan'da, az önce atıldığım prefabrik dersliğin hemen yanı başında yalnızım şimdi. İstanbul'da oturduğumdan mütevellit kampüse günübirlik gidip gelen biri olarak karşıdaki Efe Tur ofisini kesiyorum. Otobüsün gelmesine de ramak kalmış, fakat gidemiyorum. İçerde benim yerime dersi dinleyen çantama ulaşmam lazım önce. Madison Square Garden'daki karşılaşmanın ortalarında oyundan atıldığım için maç sonunu bekleyecek halim yok. Dersliğin bahçeye bakmasının avantajını kullanarak pencerenin dışından sınıfı kesiyorum. Bakıyorum sınıf biz atıldıktan sonra kuzu olmuş. Normal dönemde kimsenin takmadığı kuzu gibi bir adam olan Münir Hoca, finallerin yaklaşmasıyla aldığı gazdan mıdır nedir, sınıfı kuzu etmiş, çıt çıkmıyor. Fark edilmemeye çalışarak açık olan pencereden, atılmadan evvel arkamda oturan Malik'e sesleniyorum:

- Şşş Malik, şu benim çantayı uzatsana önden, defteri-kalemi koyup içine...

Malik'in "olur" demesine kalmadan, Münir dikkat kesiliyor yine sesin geldiği yöne doğru:

- Arqadaşlar baqın son dersler bunlar finaller öncesi, ses yapmayalım!..

Sınıf yine o kısacık arada oluşturduğu uğultu sesini "mute" konumuna alıyor ki; Malik'in bir elinde benim defter, diğer elinde çanta, böyle oturma ile domalma arası bir pozisyondayken, sessize almayı unuttuğu cep telefonu çalıyor. (Şarkıyı hatırlamıyorum, ama tüm sınıfın dikkatini çekecek türden güzel bir melodiydi.) Hayatımda duyduğum en güzel "hassiktir", o an Malik'in dudaklarından dökülüveriyor. Zaten benim dışardan seslenmemden sonra, dikkatler bir an için bizim bulunduğumuz tarafa yönelmişken telefonun çalması olaya tuz biber ekiyor. Bu arada çantayı bir an önce arkadaşımın elinden kapıp Efe Tur'a yetişmenin heyecanıyla ben de farkında olmadan pencereden kafayı komple sokmuşum sınıfa. Ama inanın sınıfı görmüyorum o an. The Legend of Bagger Vance filminin finalindeki Matt Damon gibiyim. Hedefe giden yolda etrafım kararmış, sadece Malik'in elindeki çantayı görüyorum. Ve nihayetinde Münir, bizim bulunduğumuz tarafa dönüp yine aynı nakaratı çalmaya başlıyor:

- Oğlum çıq dışarı!

Malik'in bu lafı diyaloğa çevirme niyeti var, "Ho.. Hocam.." diye kekeliyor, bir yandan cep telefonunu susturmaya çalışırken. Ben ise çantamın derdindeyim:

- Oğlum versene şu çantayı!

Münir Hoca lafını yineliyor volume'unu biraz açarak:

- Oğlum çıq dışarı!!!

O an gerçek hayata dönüyorum, etrafımdaki siyah perde kalkıyor (Oysaki Matt Damon golf topunu delikten sokana kadar kalkmamıştı o siyah perde.) Etrafı kesiyorum, Madison Square Garden'ı dolduranlar maçı bırakmış, pür dikkat bana bakıyor. Benim kafa Münir'in görüş alanına çoktan girmiş. Giderayak bi "buzzer beater" çakayım diyorum:

- Hocam ben dışardayım zaten ya!!!

Madison Square Garden o ara yarılıyor. Ben, çıkan hengamede çantayı Malik'in elinden kaptığım gibi kalkış öncesi korna çalmakta olan Efe Tur otobüsüne doğru yol alırken; Malik, Münir'in "Susun.. Arqadaşlar.. Susun!.." nidaları eşliğinde merdiven aralarını yararak dışarıya ulaşmaya çalışıyor...

26 Eylül 2011 Pazartesi

Kafa Dayanağı

Üniversite yıllarında kendimi sinemaya verdiğim zamanlar… Bir arkadaşımla Tepe Nautilus'ün geniş bir salonunda, en arkanın bir ön sırasında, tam ortadaki iki koltuğa konuşlanmış, Inside Man'in başlamasını bekliyorduk. (Bilet alırkenki yer seçme manyaklığıma burada değinmeyeceğim.) Sinemanın koltukları, üzerine oturur oturmaz dikkatimizi çekmişti. Böyle yaslanma-doğrulma durumunuza göre kendi formunu alan tipte, çok rahat koltuklardı. O dönem ilk kez böylesine denk geldiğimiz için epey beğenmiştik. Salon yeni yeni dolmaya başlıyordu ve perdede reklamlar akarken biz olabildiğince arkamıza yaslanmış, fragmanlar öncesi rahatımıza bakıyorduk.

Her şey olağan giderken arkadaşımın, doğrulduğu bir anda koltukta kafa koyulan yerin boya göre ayarlanabilir olduğunu (araba koltuklarındaki gibi) farkedip bana söylemesi, fitili ateşleyen kıvılcım oldu. Aslında böyle de çok rahattım ama yine de dediğini denemekte fayda vardı. Sinemanın loş ortamını fırsat bilerek arkadaştan önce davrandım ve bir miktar yükselmesi için avuç içiyle koltuğumun kafa dayanağının (bu da nasıl bir tabirse artık) alt kısmına doğru vurmaya başladım. İlk iki denememde sonuç alamamam, üçüncü denememde kuvveti artırmama ve kafa dayanağının komple yerinden çıkıp havaya uçmasına sebep oldu. Meğer o kısım, arkadan cırtcırt ile koltuğa tutturulmuş mnskym, çekerek çıkaracaksın, sonra istediğin yüksekliğe göre tekrar takacaksın...

Ama asıl olay bundan sonrasıydı. Öncelikle havada uçan kafa dayanağının, hemen arkamda oturan kızın göğsüne çarpıp oradan kayarak iki elinin arasına gelmesini izledim. Olaydan sonra kız, yanındaki sevgilisine dönüp öyle bir bakış attı ki, adeta "Mahmut, elimden alıp geçirmeyecek misin bunu kafasına!" dedi gözleriyle... Sevgilisi olayın şokundan olsa gerek kayıtsız kaldı o an. Ben ise o loş ortamda götüm perdeye, yüzüm kıza dönükken kafa dayanağımı nasıl geri alacağımı düşünüyordum. Bir yandan özür de dilemek lazımdı tabii... Yalnız durum o kadar ekstremdi ki, "Afedersiniz, kafa dayanağım size geldi sanırım, geri alabilir miyim?" tarzı kurulacak saçma sapan bir cümle, sevgilisi olacak Mahmut'un (ya da adı her neyse) bana girişmesiyle son bulabilirdi. Kuru bir "pardon" diyerek kızın şaşkın bakışları arasında ellerinden nazikçe çekip aldım kafa dayanağımı. Yerine monte edene kadar geçen o kısa sürede kızın ve Mahmut'un homurdanmaları, arkadaş bellediğim hain insanın gülme efektleri ile remix yapıyordu. Götüm hala perdeye dönük, kafa dayanağını eski yerine koyduktan sonra (Yükseltmedim de amına koyim.) yumruğumun yanıyla oturttuğumda çıkan iki adet "tak" sesi, bu remix'i sonlandırdı.

Ardından hızla önüme dönüp oturdum ve filmin başlamasını beklerken "Ulan acaba bizim kafa dayanağı havada uçarken gölgesi projektörden ekrana yansıdı mı, millet o esnada 'o uçan şey de nedir?' diye arkasına dönüp benim göte baktı mı, bu olaya herkes mi tanık oldu?" diye düşündüm. Neyse ki filmin başlamasıyla birlikte çalan Chaiyya Chaiyya şarkısının o gaz müziği beni bu psikopatça düşüncelerden uzaklaştırıp filmi izlemeye yöneltti.

Şimdi düşünüyorum da Mahmut hakkaten öküzmüşsün lan! Ağzını açıp tek kelime etmedin bana amına koyim... Ya kafasına gelseydi?

25 Eylül 2011 Pazar

Adnan Polat'ın Sesi

2008 yılının Haziran ayıydı. Otogarda İstanbul'dan Altınoluk'a gidecek olan 22:30 otobüsünü bekliyordum. Uludağ Turizm'in "en ucuz bilet bizde" prensibini o yıl da hayata geçirmesinden dolayı tercihimi yine ondan yana kullanmıştım çaresiz. Bavulumu bagaja yerleştirip otobüse bindiğimde, içimde orta kapının önündeki koltuğu (arkası boş olduğundan koltuğu sonuna kadar yatırabiliyordum) alamamış olmanın üzüntüsü vardı. Bu hissiyatla oturdum cam kenarına denk gelen 31 numaralı koltuğuma. Talihsiz bi numara olmasına rağmen, bundan bir önceki yaz yolculuk ettiğim 52 numara kadar kötü olamazdı.

(52 numaralı koltuk... En arka sıranın tam ortasına denk geliyordu. Sağ yanındaki iki koltuk ise boştu. Benim için 52 numaralı koltuğun anlamı; muavinin gecenin ilerleyen saatlerinde, hemen yanımda kafayı cama dayayarak ayakları sağ dizime değecek şekilde kıvrılıp uyuması demekti. Evet, bu talihsizliği de yaşamıştım. Gömleğinin sol cebine işlenmiş "Güleryüzlü Hizmet" yazısı, o anki durumumuzla korkunç bir tezat oluşturuyordu. Gece yolculuklarında otobüsün son koltuklarının dinlenme amaçlı muavine ait olduğunu o gece öğrenmiştim. Ya da bu kural, sırf o otobüs için geçerliydi.)

Yanıma aldıklarım arasında, önceki yolculuğumdaki gibi yiyecek-içecek servisi gecikirse diye protesto amaçlı bir şişe Çamlıca Gazozu da vardı. Muavin elinde 2 litrelik Uludağ şişesi, o yavşak sırıtışıyla "Gazoz ister misiniz?" diye sorduğu zaman, "Hayır teşekkürler, ben Çamlıca içiyorum." diyerek göt edecektim bu sefer. Aynı muavine denk gelme olasılığım çok düşük olsa da, yapmakta kararlıydım bunu. Koltuğumu, memeleri diz kapaklarına teğet geçen arkamdaki yaşlı teyze rahatsız olmasın diye yaklaşık 15 derece açıyla yatırmıştım. İdare ederdi. Otobüs hareket ettiği sırada muavin "Si.. Si.." sesleri çıkararak mikrofonu kontrol ediyor, dediklerinden bi bok anlaşılacakmış gibi duyuracağı anonsun hazırlığını yapıyordu. Bense bir önceki gece kuzenlerle Playstation'da yapılan 10 saatlik PES turnuvasından sabahlayarak çıkmış biri olarak gözlerimin ağırlığına daha fazla direnç gösteremiyor, uyumaya başlıyordum...

Uyandığımda yanımdaki adamın önündeki boş Topkek poşetini ve fileye sıkıştırılmış kağıt bardağı görünce yiyecek-içecek servisinin çoktan geçtiğini anladım. Muavini göt etme hayallerim suya düşmüştü. Adi herif, yanımda uyumakta olan adamın boşlarını bile almaya tenezzül etmemişti. Saatime baktım, 03:12'yi gösteriyordu. Mini çantamdan artık demode olmuş Discman'imi çıkarırken, pillerini dün gece şarj etmeyi unuttuğumu hatırladım. PES turnuvasına kendimi fazla kaptırmış olacağım ki, en sevdiğim sanatçıların albümlerini içeren CD çantasını da yanıma almayı unutmuştum. İçimden kendime okkalı bir küfür savurdum. Discman'in kapağını kaldırdığımda, geçen hafta korsan CD'ciden dalgasına aldığım "Best of Adnan Şenses" albümünü görünce duyduğum huzursuzluk had safhaya çıktı. Ne var ki canım sıkılıyordu ve yapacak başka bir şey de yoktu. Kapağı kapatıp "PLAY" tuşuna basmamla beraber albümün içinden, Adnan Polat'ın kendi sesinden Galatasaray'ın şampiyonluk kutlamalarında söylediği şarkılar çıktı. Atatürk Havalimanı terminalinin panosunda Zeki Triko'nun bikinili mankenini gören hacılar kadar şaşırmış ve öfkelenmiştim. Korsan CD'ci bana yüzyılın kazığını atmış, korsanın da korsanını kakalamıştı.

İki tarafı ormanlık, bol virajlı yoldan geçtiğimiz sırada; tutmadığım takımın, gözümün hiç tutmadığı başkanının kafa güzelken söylediği şarkıları dinliyordum. Şaka gibiydi. Otobüs sakinleri yaşadıklarımdan habersiz, uykuya dalmıştı. Bir ses olsun, şu afallığım bir an önce gitsin istedim. Nafileydi. Bebekler bile bana inat ağlamıyor, otobüste uyuyanların horultusundan başka bir ses duyulmuyordu. Birkaç dakika sonra, Berkant'ın "Samanyolu" eserinin Adnan Polat yorumunu karmakarışık bir ruh halinde dinlerken “Daha kötü ne olabilir ki?” diye düşünüyordum. Cevap gecikmedi. Gecenin karanlığında Discman'in, üzerinde "BATTERY" yazılı ışığı yavaş yavaş sönmeye, albümdeki ses giderek kalınlaşmaya başladı. Aman tanrım, resmen gerçek hayatta kabusu yaşıyordum! Pili bitmek üzere olan bir Discman'den, zaten kalınlık olarak dünyada kimsenin boy ölçüşemeyeceği Adnan Polat’ın sesi, hastane dizilerinde bünyesine yüksek dozda sakinleştirici zerk edilen bir hastanın, doktorların sesini duyduğu gibi beş kat kalın ve yavaşlatılmış şekilde çıkıyor, kulaklarım da bu inanılmaz olaya tanıklık ediyordu.

O andan itibaren "yol" kavramı gözümün önünden gitti. Otobüs Dharma’nın mavi minibüsüne dönüşmüş, Lost Adası’nın cangıllarında ilerliyordum sanki. Ses etrafımı bütünüyle sarmıştı. Her an etrafımdan bir yaratık çıkacak gibi hissediyordum. Ama yalnızca "Duuğğdaaklarımdaan yıllarca düşmeyeğceeek..." diyen sesi geliyor, yaratık sanki yakaladığında ısıracağı kaba etime gönderme yapıyordu. Algılarım tamamen yavaşlamış, basiretim bağlanmıştı. Pil bitmemekte direniyor, bir güç beni "STOP" tuşuna basmaktan alıkoyuyordu. Kulaklığım, otobüstekilerin de bu şoku yaşamamasını sağlıyordu. O an sesi dışarı vermem demek, benden başka tek uyanık olan şöförün "Anam, o ney?!" nidalarıyla otobüsü, Yeşilçam filmlerinde kamera önden çekerken, gitmeyen arabaya gidiyor izlenimi vermek için direksiyonu abartılı şekilde sağa-sola sallayan aktörler gibi kullanması ve oluşacak olası bir zincirleme kazanın temellerini birlikte atmamız demekti. Hayır, bunu yapamazdım. Bir an önce algılarımı kontrol altına almam gerekiyordu.

Sonunda tüm dikkatimi toplayıp "STOP" tuşuna bastım. Kabus sona ermişti ama kulağımdaki yankıları halen devam ediyordu. Dikkatimi kısa süreliğine başka yöne çekmek için arkamı dönüp 52 numaralı koltuğa baktım. Ellerini göbeğinin üzerinde birleştirmiş alabros saçlı bir Kemal Unakıtan, horultular eşliğinde uyuyordu. Karmaşık zihnim, sağındakinin muavin mi yoksa başka bir yolcu mu olduğunu anlayacak kapasitede değildi.
Öğle üzeri plaja indiğim zaman çalacak dandik Serdar Ortaç şarkılarının, o tanımlanamaz sesin kafamdaki etkisini yok etmesini umarak camdan dışarıyı seyre koyuldum. Otobüs Altınoluk'a varana kadar uyuyacağımı sanmıyordum.