Eğitim-Öğretim'de 2004/2005 Sezonunun sonlarına doğru, yine bir "
Akışkanlar Mekaniği" dersi öncesi bizim ekip, sınıfın pencere tarafındaki arka sıralarına konuşlanmış muhabbet ediyoruz. Yanımda oturan Erdal, bir mikrofon gibi kullandığı
Rotring'iyle, "Evet sayın seyirciler... Burası
Madison Square Garden... Ve şu an burada mük-kemmel bir atmosfer var..." diyerek, önümde dijital fotoğraf makinesiyle video çekimi yapan Ozan'a sunum yapıyor. Çünkü bugün farklı bir gün. Kocaeli Üniversitesi'nde okuyanlar bilir; dersi veren, "teorilerle anlatım" konusunda
Lost fanatiklerinin bile rahatlıkla eline verebilecek kapasiteye sahip
Aydın Şalcı olunca, yaklaşan finaller öncesi herkes atmış kendini sınıfa. Hocanın "Buralardan sorarım, şu konudan şu kadar soru gelir" demesinden medet umuyoruz. Sıralara ulaşmaya çalışırken kullandığımız boşluklar (Madison'daki merdiven aralarına tekabül ediyor.) bile kolçaklı sandalyeler ile dolmuş, 50 kişilik sınıfta dersi alttan alanlarla birlikte yaklaşık 90 kişi, hocanın gelmesini bekliyoruz.
Derken kapı açılıyor ve herkes Aydın Hoca'yı beklerken içeriye onun asistanı Münir giriyor. O Münir ki, yardımcı doçent olmak için gecesini gündüzüne katan, Aydın Hoca'sının dizinin dibinden ayrılmayan, bir dediğini iki etmeyen, kendi halinde çalışkan bir insan.
Neyse efendim, ders vakti geliyor, Münir başlıyor o çözemediğim aksanıyla (Arap aksanı diyeceğim, ama tam değil böyle.)
dersi anlatmaya… (Anlatım tarzı Aydın Hoca gibi değil ama kesinlikle, araya yine bir-iki rakam serpiştiriyor mutlaka, anlamak için sarfettiğimiz çabayı azaltıyor en azından adam. Aydın Hoca ders anlatırken rakama ihtiyaç duymaz, teoride anladın anladın, örnek soru da neymiş? a,b,c,x,y,z. Bitti gitti. O Lost’taki
Daniel Faraday'ın defteri var ya, bok yemiş Aydın Hoca’nın defterinin yanında.) Sonra artık can sıkıntısının tavana vurduğu bir esnada önümdeki defteri, boş bir yerine "
Münür müdür müdür?" yazarak yanımdaki Erdal'a uzatıyorum. Suratımız gülümseme ile gülme arası bir hal aldığı vakit burnumuzdan çıkan 2 adet "snıf" sesi, tüm sınıfın sesten kesildiği bir anda dikkatleri üzerimize çekerek Münir ile göz göze gelmemizi sağlıyor. Hocanın monoloğu kısa ve net:
- Oğlum, siz ikiniz
çıqın dışarı!
Diyaloğa çevirmiyoruz bu sözü. Hocamızın dediğini uygulamak üzere sınıftan çıkmaya çalışırken tek zorlandığımız sahne, Madison'ın dolan merdiven aralarından götün götün ilerleyerek geçmek oluyor. Çıkarken de hafif bir selam çakıyoruz Münir’e…
Üniversite dönemi boyunca İzmit'te ikamet eden Erdal'ın ders sonrası olayı, dışarıda yaktığı Bond sigarasını içerken cebinden çıkardığı 7 adet bozuk paranın tam minibüs parasına denk gelmesine
binaen, "Hadi müdür ben kaçtım, akşam MSN'de görüşürüz." demesiyle son buluyor.
Vinsan'da, az önce atıldığım prefabrik dersliğin hemen yanı başında yalnızım şimdi. İstanbul'da oturduğumdan mütevellit kampüse günübirlik gidip gelen biri olarak karşıdaki
Efe Tur ofisini kesiyorum. Otobüsün gelmesine de ramak kalmış, fakat gidemiyorum. İçerde benim yerime dersi dinleyen çantama ulaşmam lazım önce. Madison Square Garden'daki karşılaşmanın ortalarında oyundan atıldığım için maç sonunu bekleyecek halim yok. Dersliğin bahçeye bakmasının avantajını kullanarak pencerenin dışından sınıfı kesiyorum. Bakıyorum sınıf biz atıldıktan sonra kuzu olmuş. Normal dönemde kimsenin takmadığı kuzu gibi bir adam olan Münir Hoca, finallerin yaklaşmasıyla aldığı gazdan mıdır nedir, sınıfı kuzu etmiş, çıt çıkmıyor. Fark edilmemeye çalışarak açık olan pencereden, atılmadan evvel arkamda oturan Malik'e sesleniyorum:
- Şşş Malik, şu benim çantayı uzatsana önden, defteri-kalemi koyup içine...
Malik'in "olur" demesine kalmadan, Münir dikkat kesiliyor yine sesin geldiği yöne doğru:
-
Arqadaşlar baqın son dersler bunlar finaller öncesi, ses yapmayalım!..
Sınıf yine o kısacık arada oluşturduğu uğultu sesini "mute" konumuna alıyor ki; Malik'in bir elinde benim defter, diğer elinde çanta, böyle oturma ile domalma arası bir pozisyondayken, sessize almayı unuttuğu cep telefonu çalıyor. (Şarkıyı hatırlamıyorum, ama tüm sınıfın dikkatini çekecek türden güzel bir melodiydi.)
Hayatımda duyduğum en güzel "hassiktir", o an Malik'in dudaklarından dökülüveriyor. Zaten benim dışardan seslenmemden sonra, dikkatler bir an için bizim bulunduğumuz tarafa yönelmişken telefonun çalması olaya tuz biber ekiyor. Bu arada çantayı bir an önce arkadaşımın elinden kapıp Efe Tur'a yetişmenin heyecanıyla ben de farkında olmadan pencereden kafayı komple sokmuşum sınıfa. Ama inanın sınıfı görmüyorum o an.
The Legend of Bagger Vance filminin finalindeki
Matt Damon gibiyim. Hedefe giden yolda etrafım kararmış, sadece Malik'in elindeki çantayı görüyorum. Ve nihayetinde Münir, bizim bulunduğumuz tarafa dönüp yine aynı nakaratı çalmaya başlıyor:
- Oğlum
çıq dışarı!
Malik'in bu lafı diyaloğa çevirme niyeti var, "Ho.. Hocam.." diye kekeliyor, bir yandan cep telefonunu susturmaya çalışırken. Ben ise çantamın derdindeyim:
- Oğlum versene şu çantayı!
Münir Hoca lafını yineliyor volume'unu biraz açarak:
- Oğlum
çıq dışarı!!!
O an gerçek hayata dönüyorum, etrafımdaki siyah perde kalkıyor (Oysaki Matt Damon golf topunu delikten sokana kadar kalkmamıştı o siyah perde.) Etrafı kesiyorum, Madison Square Garden'ı dolduranlar maçı bırakmış, pür dikkat bana bakıyor. Benim kafa Münir'in görüş alanına çoktan girmiş. Giderayak bi "
buzzer beater" çakayım diyorum:
-
Hocam ben dışardayım zaten ya!!!
Madison Square Garden o ara yarılıyor. Ben, çıkan hengamede çantayı Malik'in elinden kaptığım gibi kalkış öncesi korna çalmakta olan Efe Tur otobüsüne doğru yol alırken; Malik, Münir'in "Susun.. Arqadaşlar.. Susun!.." nidaları eşliğinde merdiven aralarını yararak dışarıya ulaşmaya çalışıyor...